Eraslan Sağlam: “Fotoğraf işin bahanesi asıl olan hayata dair soruların çoğaltılması. İster sözle, ister yazıyla, ister görüntüyle. Bu soruları fotoğrafla çoğaltacak olanlar da gezegenimizde egemen olan değerlerden, zihniyetten, yaşam kültüründen, adaletsizlikten, eşitsizlikten, şiddetten, ayrımcılıktan ve tüm bunları ortaya çıkaran süreçlerden rahatsız olan ve itiraz eden fotoğrafçılardır.” Böyle deniyor Çocuklarla Fotoğraf kitabının arka kapağında. Çocuklarla Fotoğraf adlı kitabı hazırlayan Özcan Yurdalan ve Mehmet Kaçmaz Açık Dergi’nin konuklarıydı. Bu kitap nasıl bir fikirden oluştu?
Özcan Yurdalan: Çocuklarla Fotoğraf çalışması aslında 1999’daki büyük Marmara depreminden hemen sonra, bölgede yapılan ilk arama-kurtarma ve acil yardım çalışmalarının arkasından, yavaş yavaş yaşam olağan seyrine dönüşürken bizim bölgede başlattığımız, kadınlara ve çocuklara yönelik psikolojik destek ve hayatı yeniden kurgulama çalışmalarımızın bir parçası. Deprem bölgesindeydi, İzmit’te çadır-kent kurulmuştu, eski Bekir Paşa, eski Cephanelik çadır-kentinde biz üç fotoğrafçı yerleştik, dayanışma gönüllüleriyle birlikte çalışıyorduk. Bir karanlık oda kurarak çocuklarla çalışmaya başladık.
Mehmet Kaçmaz: Burada sanki iki tane soru varmış gibi geliyor, bir de Çocuklarla Fotoğraf kitabın da ismi gibi.
ES: O sorunun da amacı bu, bunu da içeren bir soru aslında.
MÇ: Evet. O zaman ben kitaptan biraz bahsedeyim, böyle bir şey düşündük diye. Biz çalışmaları yaparken sürekli kayıtlar tutmaya özen gösterdik, bu çocuklarla çalışırken de bir seyir defterimiz vardı, nerelerde kaldığımız, kimin, ne eksiği oldu, bizim çalışmada nasıl zorluklar çektiğimiz ya da neler yaptığımız hakkında. Eğitmenler değiştiği için, sürekli kaydediliyordu ve eğitmenler oradan takip ediyorlardı. Dolayısıyla bu ilk günlerden kazandığımız bir alışkanlıktı, daha sonra çalışma sona ererken yavaş yavaş bu kayıtların hem teknik anlamda, hem de yöntemi içeren daha geniş bir şeye dönüşmesini istedik. Çalışmanın sonlarında, -ki bu bir atölye değildi, birden fazla atölye idi, bunun içinde gezici karanlık oda kamyon da vardı- bütün deneyimlerimizi önce bir kitap niyetiyle değil, teknik notlar halinde, yani bu çalışmayı yapacak diğer insanlara yararlı olacak notlar haline getirmeye çalıştık. Sonra baktık ki sadece teknik var, eksik, yeterli değil, burada yöntem de önemli, çünkü farklı bir yöntemle bu çalışmayı izliyorduk, bu işin yöntemini, felsefesini, neyi ifade ettiği, tekniği ile beraber kapsayan, çocuklarla çalışan bir kurum ya da kişinin anlayabileceği ve bir el kitabı formuna getirdik. Amaç buydu.
ÖY: Aslında bu çalışma tek bir atölyenin üstüne olmadı bu kitap. Depremden sonra yaptığımız atölye ilk atölyeydi ve sonuçları son derece verimliydi. Üç ay boyunca her gün bölgede çalışma yürütüldü ve o çalışma sonucunda ortaya çıkan, çocukların kendi hayatlarını belgeledikleri fotoğraflar sergi haline geldi. Bu sergi hem Türkiye’de, hem yurtdışında, Japonya’dan Hollanda’ya kadar bir hayli gezdi ve bir enerji yarattı. Bu enerji üzerine Fotoğraf Vakfı diye bir oluşum meydana geldi ve bu kitap da Fotoğraf Vakfı’nın yayınlarından biri. Bu süreç içinde Çocuklarla Fotoğraf çalışması devam etti. Sadece deprem bölgesinde değil, çevre ilçelerde, İstanbul’da ve Diyarbakır’da bu çalışmalar devam etti. Şimdiye kadar yaklaşık 10’a yakın süreli atölye yapıldı, yani 3 ay boyunca süren atölyeler gerçekleştirildi. Kısa atölyeler ayrı, 3 ay boyunca 5’er günlük çok sayıda atölye yapıldı. Kitap aslında bütün bunların bilgisinin toplandığı hem bir el kitabı, hem bizim ayaklarımızı bastığımız kuramsal zemini içeren bir kitap oldu.
ES: Kitabın okuyucu kitlesinin herhangi bir yaş sınırı var mı? Yoksa bu herkese yönelik bir kitap diyebilir miyiz?
MK: Aslında biz bu kitabı yazarken ve ismini koyarken bir kaygımız vardı, sanki çocuklar için fotoğraf gibi bir şey anlaşılıyor gibi. Böyle bir yaş standardı yok, yaptığımız hiçbir çalışmada ve ortaya koyduğumuz şeyde bir yaş standardı aramadık hiçbir zaman. Daha çok yetişkin fotoğrafçılar ve çocuklarla fotoğraf çalışmaları yapacak kurumlara yönelik bir kitap, ama bunun yanında sadece teknik bir kitap değil, yani fotoğraf öğreten, bu işin tekniğini, bu işi nasıl yaptığımızı, karanlık odada işlemleri nasıl yaptığımızı anlatan bir kitap değil. Böyle bir yanı var kuşkusuz, ama bu ifade, yaratıcılık, çocuklarla çalışmada bir takım ince detaylar, nasıl bir yöntem izlediğimiz gibi şeyler var. Bizim dışımızda bu çalışmayı gözlemleyen ve bu çalışmaya sergiler sırasında bir şekilde katılmış insanların, Münih Üniversitesi’nden Erhard Müller’in, Tadaui Kusuyama’nın iki tane yazısı var. Bu yazılar dışarıdan olması itibariyle fotoğraf çevresini yakından ilgilendiriyor, bir de fotoğrafla sadece teknik anlamda ilgili olanların değil, aynı zamanda izleyici olarak ilgilenen insanları da ilgilendirecek bir kitap. Bu anlamda belirli bir hedef kitle yok.
ES: Hem Çocuklarla Fotoğraf kitabını konuşuyoruz, hem de çocuklarla fotoğrafı nasıl halledebileceğimiz konuşuyoruz. Bu anlamda çok önemli bir soru kafama takılıyor bu işle ilgili, çocuklarla ilgilenirken sanırım çok ciddi bir pedagojik formasyona ihtiyaç var. Bu sorunun üstesinden nasıl geldiniz?
ÖY: Başlangıçta bu eğitim sistemini ve uygulanan metotların tümünü reddederek başladık.
ES: Çünkü zor bir kesimle berabersiniz.
ÖY: Evet travma altındalar.
ES: Bir tarafta öyle, diğer tarafta da Diyarbakırlı çocuklar var.
ÖY: Burada bildik eğitim metotlarının hepsini bilerek inkâr ederek başladık ve kendi yöntemimizi yaratmaya çalıştık. Bu yöntem neydi derseniz, bir kez kendimizi eğitimci olarak varsaymıyorduk, ya da öğretmen olarak varsaymıyorduk. O çalışmaya katılan herkes aynı zamanda da öğrenmek için vardı orada, çocuklarla beraber yapılan süreçte, fotoğraf sürecinde kendileri de bir şeyler öğrenmek üzere varoldular. İlkelerden biri buydu. Bir diğer ilke, didaktik bir yöntem uygulamadık. Dolayısıyla birlikte ve oynayarak keşfetmeye çalıştık. Yöntem biraz buradan gelişti, yöntemin en önemli ilkelerinden biri de özgür yaratıcılığın önünü açmaktı, bir hiyerarşik oluşumun dışında tutmaktı bu süreci. Birlikte öğrenme sürecini ve yanı sıra da eşitlikçi, adil bir ilişkilenme yöntemi uygulamaya çalıştık, cinsiyetçi bir tutum almadık, dilimizden, karanlık odanın kullanım ilkelerine kadar çocuklarla beraber üretilen bir kurallar silsilesi içinde bir yöntem oldu. Bu hangi pedagojik yöntemin içindedir bilmiyorum, Erhard’ın bu konudaki yazısı ilginç.
MK: Çocuklarla beraber öğrenmek ilginçti. Aslında bu çalışmayla yola çıkarken biz bir modeli örnek almadık ya da bir model yaratacağız diye hiç düşünmedik. Bu çalışma aslında kendi pedagojik formasyonunu doğurdu diyebilirim. Biz “şu, şu ilkelerden hareket edeceğiz” demedik de, atölye zaten katılımcıları ile beraber kendi formasyonunu doğurdu. Dolayısıyla bu da bizim yeni öğrendiğimiz bir şeydi, yani biz bir şeyi icat etmedik ya da varolan bir şeyi birilerine vermedik, beraber oluşturduk diyebilirim.
ES: Çocukların size ve bu meseleye yaklaşımı nasıldı?
ÖY: Son derece sıcaktı doğrusu, ilk başta ne yapılacağını çok fazla anlamamışlardı, biz de bilmiyorduk doğrusunu söylemek gerekirse ama çalışma başladıktan sonra ve yöntemimiz yavaş yavaş kendini yarattıktan sonra, onlar da çalışmanın bir parçası oldular tümüyle. Çünkü zorunluluklar, devam mecburiyeti yoktu, sadece istedikleri zaman bu çalışmaya katılabiliyorlardı. Tabii ki kat edilmesi gereken belli mesafeler, atılması gereken adımlar vardı, o adımların ne olduğunu biliyorlardı. Örneğin “karanlık odada filmin nasıl yıkanması gerektiğini öğreneceğim” gibi, ama bunu istedikleri zamanda ve istedikleri için öğrendiler, dolayısıyla tam anlamıyla çocuklarla birlikte yapılan bir çalışma oldu diyebilirim. Bir de bu çalışmanın en önemli yanı, galiba bize başka bir dünyanın, başka bir hayatın, başka bir ilişki kurma, üretme modelinin mümkün olduğunu gösterdi.
MK: Çğrenme sürecinde farklı bir modelin nasıl yaratılacağını hem biz gördük, hem de onlar gördü. Çünkü zaten onlar başka bir eğitim sisteminden, devletin resmi okullarından yetişerek ve belli alışkanlıklar kazanarak bir kalıp oluşturuyorlardı kafalarında. Örneğin sınıflarda parmak kaldırma, konuşurken ayağa kalkma gibi bir çok çelişkiler yaşadılar, biz de yaşadık; nasıl davranacağımızı bir yandan şaşırdık ama bu formasyon sorunları beraber çözüldü, aslında o süreç kendiliğinden başka bir ilişkiyi, daha paylaşımcı, daha eşitlikçi, daha adil bir ilişki biçimini ve eşit bir mesafeyi beraberinde getirdi.
ES: Peki hiç direnme noktaları ile karşılaşmadınız mı?
ÖY: Aslında çok ciddi sorunlarla karşılaştık. Bu geniş ve özgürlük sınırları son derece esnek olan yapıyı kabul etmek istemeyen çocuklar da vardı, örneğin bazı çocuklar, arkadaşımız karanlık odadayken odanın damını taşlayarak, çalışma varken zorla içeriye girmek istediler. Çocukların devam etmek istemediği dönemler oldu, onlar çadır-kentte yaşıyorlardı, biz de çadır-kentte yaşıyorduk, onların çadırlarına gidip aileleri ile, kendileri ile kırgınlık, küskünlük, sorun her ne ise konuşarak geriye dönmelerini sağlamaya öalıştık. Direnç oldu aslında.
MÇ: Bir de kalabalık bir çalışma, biz neredeyse 130 tane çocukla ilişki kurduk ve 50 tanesi sürekli olarak atölyeye gidip geldi. Sayı arttıkça problemler de artıyor ama açıkçası çalışmayı engelleyecek ve bir kırılma noktası oluşturacak bir problem yaşamadık. Tabii bir bölümü de çocukluktan kaynaklanan problemlerdi zaten, normaldi.
ES: Ezcümle, elimize böyle bir kitap kaldı geriye. Bu çalışmaların bu travmalı çocukların hayatında bir terapi niteliği oluşturduğunu söylemek mümkün mü?
ÖY: Çok fazla terapi amacı gütmedik doğrusu ama birlikte eğlendik, zamanı doğru biçimde değerlendirdik. Bir de o zor günlerin bir dokümantasyonunu yaptı çocuklar çektikleri fotoğraflarla, daha sonra bir albüm haline de geldi, çok sayıda basıldı ve gerek Türkiye’de gerek yurtdışında pek çok yere dağıldı. Dolayısıyla hayatlarının o dönemini fotoğraflar aracılığı ile kalıcı hale getirdiler. Bir de iki çocuk arkadaşımız şimdi fotoğrafçı olma yolunda, onlar artık genç kızlar oldular, İzmit’te fotoğraf okuyorlar.
ES: Çok güzel, tabii ki tümüyle terapi niteliği taşıması mümkün değil, ama en azından geçmişlerine dönüp baktıklarında, albüme dönüp baktıklarında durumla barışık bir hayat sürdürmelerini sağlamış olabilir diye düşünüyorum.
MK: Mutlaka, bu iddialı bir terapi değildi, birilerini terapi etmek sorunlu da bir şey, kimi nasıl terapi ediyoruz, acaba biz o konuda iyi miyiz? Sonuç olarak birilerinin hayatına iyi gelmiş olabilir, o anda kendini başka yerlerde hissetmiş olabilir. Bir de şu önemli; o dönem yaşadıklarını birilerine anlatıyor olmak zaten bence doğrudan iyileştirici bir şey, yani bir sorununu biriyle paylaşıyor ve birden fazla insanla, basılı materyal, yayın aracılığı ile paylaşmak önemli bir şey. Ben bu kitabın, albümün, serginin aslında bu yönde toplamda bir önemi olduğunu düşünüyorum ifade ve anlatım yönünden.
(10 Eylül 2004 tarihinde Açık Radyo’da Açık Dergi programında yayınlanmıştır.)